“Üç
Noktalar Koymaz Bana…”
-DOST’A-
Hayat denen sürprizler ve ihtimaller
manzumesinin bizi nereye taşıyacağı belli değil diyerek kader akışının gücünü
ve her şeyin geçip gideceğini vurgulayan bir dostum vardı bir zamanlar. Yıllar
rüzgâr gibi geçse de kalbime konukluğu geçmeyen dostlarımdandı. Evet, her şey
geçer diyordu sık sık. Geçmez mi hiç, sevinç de keder de akıp gidiyor ömrümüzle
beraber gönlümüzden.
Hani bir gün sen de demiştin ya,
buradan gideceksin unutacaksın geçen güzel günleri. Hayatımızdaki ortaklıklar
azaldıkça kopacak bağımız. Sonra başkaları girecek hayatımıza, başka yerler,
başka insanlar… Her gittiği yere gönlündeki dostlarını da taşıyan biri olarak
önce üzülmüştüm söylediğine. Ama bunun hayatın bir gerçeği olduğunun da
farkındaydım. Lakin bu gerçeği hatırlattığın anda içim öyle acımış, bir anda
unutuluşun soğuk duvarlarına çarpan zihnim yıllar öncesine gitmişti: Biz bütün
torunlar olarak Hacıbabama çok düşkündük.
O da hepimize özel hissettirirdi kendimizi. Zaten bu sebeple sevmez
miyiz gönlümüzdekileri. Hacıbabam, o en sevdiğim, sırtını verdiğinde kendini
güvende hissedeceğin, heybetli bir dağ misali o güçlü adam, ömrünün sonralarına
yaklaştığı malum olmuş gibi bir akşam hepimiz toplanmışken dizinin dibine
“hayat hızla geçiyor, ölüp gideceğiz, unutulacağız, belki de unutulduğumuz bile
unutulacak” demişti. Sarılmıştık ellerine gözlerimiz dolu dolu olmuştu, biz
seni unutur muyuz demiştik dedemize. “Unutursunuz “demişti, “En çok seveniniz
bile 1 hafta ağlar, 40 gün üzülür, dualar okur arkamızdan, sonra zaman geçtikçe
adımızı bile anmaz olur, hayat gailesi fırsat bırakmaz buna, bari arada
arkamızdan bir Yasin okuyanınız çıksa !” diye ilave etmişti. O an kendimize söz
vermiştik hepimiz, unutmayacak öldükten sonra da her gün Yasin okuyacaktık
ruhuna ve unutmadığımızı ispatlayacaktık ona. Kısa bir süre sonra onu ani bir
trafik kazasında kaybettik, O zaman lisede birinci sınıfta okuyordum,
hacıbabamı kaybetmeden az bir zaman önce bir arkadaşımın yakını ölmüştü ve
benim hiçbir yakınım ölmedi diyerek içimden geçirmiştim. Bir de o yıllarda
okulumuzda yatılı öğrencilere misafir gelir danışmaya gelmeleri için isimleri
anons edilirdi, ben de bir gün beni de çağırsalar diye özenirken işte bir sabah
henüz ilk dersin teneffüsüne çıktığımızda adımın anons edildiğini duyunca heyecanla
inmiştim merdivenleri üçer beşer. Ardından kardeşimin ve kuzenimin de adları
okununca bir korku sarmıştı içimi. En büyük ben olduğum için ilk bana
söylemişti görevli “hemen anneannenlere gidin deden kaza geçirmiş” demişti. Bir
yandan ağlayıp bir yandan koşarak durağa gitmiş dolmuşun gelmesini beklerken
önünde durduğumuz caminin minaresinden okunan sala da hacıbabamın adını duyup
yıkılmıştık olduğumuz yere. Sonra birileri bizi alıp eve götürmüştü ama
gerisini çok hatırlamıyorum. Hatırladığım sadece ölüsünün yüzüne bakmamıştım,
onu her zaman gülen yeşil gözleriyle hatırlamak için. O günden sonra adımın bir
yerde anons edilmesinden de aklımdan olumsuz şeyler geçirip beni bulmasından da
korktum. Zihnime yerleşen olumsuz cümle kalıplarını silmek için hala uğraş
vermekteyim. O nedenle senin de unutursun dediğin noktada derin bir hüzne
yuvarlandı yüreğim, çünkü artık onbeş yaşında değildim, kendimize verdiğimiz
her sözü tutamayacağımızı, ayrıldığımız sevdiklerimizi hergün anamayacağımızı
bilecek kadar büyümüştüm. Ama hemen ardından bu unutu(lu)ş gerçeğinin kederini
dağıtacak bir ışık belirdi zihnimde ve tutup kalbimin ellerinden, çekip aldı
beni karanlık düşüncelerden: “Birimiz doğuda, birimiz batıda, birimiz güneyde,
birimiz kuzeyde hatta birimiz âhirette, birimiz dünyada olsak, biz yine
birbirimizle beraberiz. Âhiret hakikatine inandığımız için, mânevî olan bu
sevgi ve tesanüdümüzü elbette hiçbir kuvvet sökemeyecektir” Bu müjdeyle gülümsedi gözlerim, kalbime
güneşi astı değer verdiğim.
Evet, her şey unutulur, geçer,
gider… Belki de böyle olmasa yaşayacak dermanı bulamaz insan kendinde.
Güzelliklerin unutuşun derin uçurumundan yuvarlanıp gitmesi acı verse de bize
geçen kötü zamanları da unutuyor olmak insana en büyük hediye.
Sen, hep “Yürüdüğün yolda ne kadar az
iz bırakırsan kendini o kadar az bağlarsın insanların nezdinde” desen de ben
hep bile isteye sesli düşündüm senin yanında. Çünkü dostun lügatimdeki
karşılığı, yanında sesli düşünülen kimseydi. Bu düşünceyle içimdekileri saklamadan
emanet ettim hep sana. Sen ve değerli eşin de evinizi, gönlünüzü açıp geceler
boyu muhabbetinizi sundunuz kader defterimin yalnızlık başlığı ile açılmış
sayfalarına. Söz uçar yazı kalır derler ya işte bu yüzden, anlattıklarım
yetmedi bana ve kaleme kâğıda sarıldım ki, hayatın gerçeği unutuluşun soğuk
duvarlarına çarpmadan dostluğumuz, belgelensin, yıllar geçtikçe dönüp dönüp
baktığımız fotoğraflar gibi açıp okuyacağınız iki satır kalsın benden size, her
daim birlikte geçirdiğimiz günleri hatırlatacak, güzel gönlünüze hediye.
“Celâli maruziyetler, Cemâli lütufları
barındırır." demişler, ne güzel söylemişler. Yolum zor bir ayrılık
vesilesi ile bir şekilde bu şehre düşmese, gelir gelmez marazlı bir el
dokunmasa ruhuma düştüğüm bu yerde yalnızlığımla debelenip duracaktım belki de.
Ama işte her şerde bir hayır var ki, en kalbi dostluklar kalbin en çok
kırıldığı yerde başlıyor, dost acı günde belli oluyor. Gönle güneş doğuyor. Bir
ses en umutsuz anınızda tutuyor ruhunuzun ellerinden ve “Ben senle güneşi
bulmaya geldim, ürkme kavganı sormaya
geldim, gücenme güneşten sunmaya geldim,” diyen şair gibi çocukların
ellerindeki güzel günlere doğru yürürken bir yoldaş bulmanın sevincini
bırakıyor içinize.
Nuri Pakdil 1979 da değerli büyüğü bir
dostuna ithafen yazdığı Bağlanma adlı eserinde “İnsanlar cümlelerle yaklaşırlar
birbirlerine: sonra uzatırlar ellerini: tutunmak için. Çok güçtür insanın
tutunabilmesi insana! “diyor. Günümüzde bu zorluk kat kat artmış durumdayken
herkes menfaatin peşinde, kimse kimseye vakit ayıramayacak kadar meşgulken
insanın kalbi dostluklar kurabilmesi altın madeni bulması ile eşdeğer hale
gelmiş durumda. Ama bir gerçek var ki, insanları yaklaştıran cümlelerin
yapıtaşları kelimeler sahibinin
neresinden çıkarsa muhatabının orasına değermiş ya demek ki kalp de dimağ da
yanılmıyor sözün samimiyetini test ederken. Ve böylece insan dostunu düşmanını
seziyor, yüreğinin götürdüğü yere giderek doğru insanları se(ç)(v)iyor.
Ingmar Bergman bir sözünde “Gerçek
olduğumu hissetmem için birinin bana ulaşmasını bekliyordum." diyor ya,
ben de bana gerçeğimi hatırlatacak, bana ben olduğumu hissettirecek, kendim
olmanın güzelliğini yaşamaya fırsat verecek, yargılamayacak, yadırgamayacak,
zihin kalıplarına sıkıştırıp kategorize etmeyecek insanlar arayıp durdum
ömrümce. Ve Allah bana böyle insanlar tanımayı, onları yüreğime almayı, onların
da gönül kapısından geçebilmeyi lütfetti yolumun uğradığı şehirlerde. Tek tüktü
sayıları ama işte hayatımda “var”lardı ve bana maddi manevi değer katıyor,
dostlukları ile gönlüme umut oluyorlardı.
Aslında her insan bir ayna aynı
zamanda karşısındaki muhataba. Aynada kendini gördüğün an, işte o an, yarana eş
yarasını görünce karşındakinin, gönlünü açıyorsun umarsızca. Bırakıyorsun
kendini muhatabının gönül denizinin ılık kıyılarına. Boğmaz diyorsun beni
böylesi bir sevgi, boğulursam da onun sularında olmuş ne gam. Sırtını
dönebiliyorsun mesela, bir gün bana kızsa da, kırsam da onu beni bıçaklamaz ya
sırtımdan diyorsun. Yalnız değilim diyorsun, o var, bırakmaz beni. Çünkü dost
insana O Yüceler Yüce’si Dost’un emaneti, emanette emin olanı affeder
Dostların, dostluğun muhabbetin Sahibi…
Hayatın yarın bizi nereye taşıyacağı,
kimlerle karşılaştıracağı belli değil lakin “Karşılaşmak” yolculukların belki
de en sırlı kavramı. Sadece nesnelerle- kitaplarla değil insanlarla da
ilişkilerimizin bu büyülü kavram üzerinden aktığını düşünürüm. Hiçbir şeyin
rastlantı ile açıklanamayacağı bir dünyada sürekli birileriyle kesişir
yollarımız. Hayatlarımıza konuk olanlar bazen bizden bir şeyler götürürler
kendi yolculuklarına dönerken, bazen de güneş gibi doğarlar içimizin karanlıkta
kalmış labirentlerine. Akıbeti ne olursa olsun yaşanması gerekmektedir ve
olanda da olacak olan da da hayır vardır dediği gibi bilgelerin
yolculuklarımız, yoldaşlarımız, konuklarımız,konukluklarımız, ilişkilerimiz, kitaplarımız, filmlerimiz
mutlaka bizi zenginleştirir. Sonuca ulaşmak çoğu zaman irademizi aşan birçok
etkene bağlı iken önemli olan yolda olmaksa, bir yolcuysak bu dünyada,
“karşılaşma” nın sırrıyla yolumuza çıkan mektupları okumalıyız her fırsatta.
İşte bu gri beldede bahtıma düşen en güzel mektuptu varlığınız, dostluk adına.
Şükür yollarımızı kesiştiren Yaradan’a.
“İnsan insanın yurdudur” diyor ya Mustafa
Kutlu, yurdum olduğunuz için bana ne mutlu… Tebdil-i mekânda ferahlık vardır
dediği gibi eskilerin benim gelişim zorunlu bir nedene dayansa da insan arada
bir de olsa yüreğine eş yürekler bulmak adına keyfe keder ayrılışlar yaparak da
düşmeli yollara. Yeni insanlar tanımalı, yenilenmek, umut ışığını hayatının
merkezine tekrar oturtmak, yılların yorgunluğuna yenilmiş, gizini kaybetmiş
dostlukların-ilişkilerin yükünü üzerinden atabilmek adına çıkmalı yola,
yolculuklara. Sonra tazelenmiş bir yürekle döndüğünde yurduna, yani dostlarına
kalbine güneşi asmaya geldim diyebilmeli, konuşmadan da anlaşabilmeli…
Mehmet Akif’in “… Bir yığın söz ki,
samimiyyeti ancak hüneri… Dili yok kalbim bundan ne kadar bizarım “ dediği gibi
belleğimdeki kelimeler anlatmaya yetmiyor kalbimdeki dostluğu… İşte bu noktada
bir başka şaire kulak kesilip söze son vermeli...
”
Söylediklerimden çok sustuklarımda saklıyım…
Ve
gizlediklerimde gizliyim…
Beni
anlamak için;
Konuştuklarımdan
çok,
...
Sustuklarıma kulak verin..
...
Aklım sukütu sever benim.
Çünkü
çok ağır ödeştik biz hayatla...
Ben sonu
olmayan çok yollardan geçtim...
Üç
Noktalar Koymaz Bana…” Nazım Hikmet
Baki
dostlukla… Muhabbetle.